İçinde bulunduğumuz yıl Osmanlı Devleti´nin kuruluşunun 700.,
Türkiye Cumuhuriyeti’nin kuruluşunun ise 75. yıl dönümüne rast
gelmektedir ve her iki yıl dönümü de Türkiye´de çeşitli faaliyetlerle
resmen kutlanmaktadır. Bu kutlamalar Türkiye Cumhuriyeti´nin Osmanlı´nın
bir devamı olduğunun resmen kabulü anlamına mı gelmektedir? Eğer öyle
ise bu, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında benimsenen ve daha sonra da uzun
süre uygulamada kalan "Osmanlı´dan farklı olma" politikalarına ters
değil midir? Bu sorulara verilecek cevap, rahatlıkla "evet"tir.
Burada sorulması gereken asıl önemi soru şudur: peki ne olmuştur da 75
yıl içinde birbirine zıt iki yaklaşım benimsenmiştir? Bu sorunun cevabı
"zaman" kavramıyla ilgilidir. Tarih kitaplarında zaman genellikle,
birbirini takip eden "anlar" ve bu anlarda meydana gelen "olaylar"
olarak kullanılır. Zamanın bu tarz kullanımı sonucu tarih bir "ilk ve
tek (biricik) olaylar listesi", yani bir değişme (change) olarak ortaya
çıkar. Böyle bir yaklaşım, çoğu kez, en az değişme kadar önemli bir
kavram olan sürekliliği (continuity) tamamıyla ihmal eder. Zaman,
birbiri arkasına gelen noktalar olarak ele alındığı gibi, zaman
dilimleri (interval) ve dilimler içinde meydana gelen süreçler olarak da
ele alınmaktadır. Bu durumda da, olaylar ve olgular, birlikte var
oldukları düşünülerek gruplandırılmaktadır. Bu yaklaşımda vurgu, zaman
akışında, birbirleriyle ilişkili olan olayların meydana getirdiği
örüntüdedir. Başka bir ifadeyle, bir tarihi olay, devam ede gelen
olaylar grubu içinde yerine konularak, olayların oluşturduğu varsayılan
bütünden veya devamlılıktan yararlanılarak açıklanmaktadır.
İyi bir tarihi analiz, zamanın bu iki tür kullanılışına da yer
vermelidir [1] . Ancak, bunun mümkün olmadığı durumlar da vardır.
Mesela, tarihçinin yaşadığı zamanın tarihi, yani, yakın dönem tarihi
göz önüne alınırsa, burada olaylar henüz yaşanmaktadır ve
tamamlanmamıştır. Bu yüzden de burada olayları tamamlanmış süreçler
olarak gruplandırmak çoğu kez anlamlı olmaz [2] . Bu durumda, yaşanan
olaylar, o olayları yaşayanlara bir değişme olarak
görünecektir.Cumhuriyetin kurucularına ve onların zamanında yaşamış
tarihçilere, yaptıkları ve yaşadıkları olayların neden daha çok bir
değişme olarak göründüğü, neden kendilerini "Osmanlı’dan tamamen farklı"
gördükleri böylece daha anlaşılır olmaktadır. Günümüz yönetici ve
tarihçilerinin Osmanlı’ya karşı, neden Cumhuriyet’in kurucularından ve o
dönemin tarihçilerinden farklı bir yaklaşım içinde oldukları da aynı
şekilde açıklanabilir.Günümüzün yönetici ve tarihçileri, Cumhuriyet’in
kuruluşu, öncesi ve sonrasında meydana gelen olaylara daha geniş bir
zaman dilimi içinde bakabilme imkanına sahiptirler. Böylece, o zamanın
olaylarını dönemler ve süreçler olarak gruplandırmak ve dolayısıyla da
değişmeyle birlikte devamlılığı da görmek mümkün olmaktadır.Bununla
birlikte, Türkiye Cumhuriyeti´nin hangi bakımlarda Osmanlı geçmişinden
bir "kopuş", yeni bir "başlangıç", hangi bakımlardan onun bir "devamı"
olduğuna ilişkin tartışmalar, çeşitli platformlarda bütün canlılığıyla
devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti´nin kuruluşu, elbette ki, "yeni ve
taze" bir başlangıcı simgeliyordu. İlk kuruluş yıllarında yapılan
inkılaplar ve düzenlemeler, bu başlangıcın görünümleriydi. Diğer yandan,
Cumhuriyet, selefi Osmanlı´dan, pek çok unsuru da miras almıştı. İşte,
bu makalede, Osmanlı´dan Cumhuriyet’e devam eden ve değişen unsurlar,
toprak ve nüfus, siyasi rejim, hukuk ve kültür başlıkları altında
incelenecektir.Asıl konuya geçmeden önce, Osmanlı´dan Cumhuriyet´e
geçişin yaşandığı ortam ve dönemin tasvir edilmesi faydalı
görünmektedir. Osmanlı Devleti´nin dört yıl süren I. Dünya Savaşı´na
(1914-1918) girmesi, sonunu getiren sürecin de başlangıcı oldu. Savaşı
kazanmasına rağmen, kaybeden tarafta yer alması, O’nu mağluplar arasına
koydu. Bu mağlubiyet, Osmanlı Devleti´nin tarihe karışması anlamına
geliyordu. Çöken İmparatorluğun mirası anlamına gelen topraklarını
paylaşma konusunu, Müttefikler, Paris´te düzenledikleri bir dizi
konferansta tartıştılar. Nihayet, 1920´de Osmanlı devlet adamlarının
eline Sevr Anlaşması tutuşturulduğunda, elde kalan Anadolu topraklarının
büyük bir kısmı Müttefikler arasında pay edilmiş, İç Anadolu´da küçük
bir bölge Türklere bırakılmıştı. Türkler için bir "var olma" meselesi
halinde dönüşen yabancı işgalleri ve bu işgallerden kurtulmak için
verilen silahlı mücadele, aynı zamanda, yeni kurulacak devletin coğrafi
mekanını hazırlama çabası anlamına geliyordu. Bu mekan hazırlama
işi-Kurtuluş Savaşı (1919-1923) kastediliyor-çekilen büyük sıkıntılardan
sonra başarıyla tamamlandığında, yeni kurulacak devletin üzerinde
gelişeceği coğrafi saha da belirlenmiş oldu. Bu zemin üzerine, yeni
Türkiye Cumhuriyeti Devleti inşa edildi. "Var olma" meselesi, şimdi
de, modern dünyaya ayak uydurarak, "varlığını devam ettirme" meselesi
haline dönüştü. Cumhuriyet´in ilanı ile başlayan ve toplum hayatının
bütün sahalarına yayılan inkılaplar ve düzenlemeler bu amaçla
gerçekleştirildi. Ancak, inkılaplar bir yandan Batı modelinde yeniden
yapılanmanın birer sembolünü teşkil ederken, diğer yandan da, Osmanlı
geçmişi ile bağların kopartılması anlamına geliyordu. Yeni kurulan
Cumhuriyet’in başkentinin Ankara olması da, geçmişten uzaklaşma
arzusunun en sembolik göstergesiydi.